9 Mayıs 2014 Cuma

Herkes Aşk İster

         'Herkes sevilmek ister.Herkes aşık olmak ister.'
    İçinde aşk kokan şarkılarda arar.Bazen kitap okurken hikayedeki aşka dalar, aşk filmi izlerken,filmdeki aşk kokusuyla aşk sarhoşluğu yaşarsın üstelik içmeden.Gördüğün, okuduğun hikayeyi,yaşamak istediğin aşk diye tanımlarsın.
    Bazen, bir fısıltı duyar,kulağında bir rüzgar gibi aşkın  fısıltısını yaşarsın.
    Bazen ,inanmak istersin, yokluğunu yaşarken, umudunu yeşertecek bu duygunun varlığına
    Bazen ,aylarca,yıllarca aramakla geçer,bir gün onun seni bulacağına inanmak istersin
    Bazen, senin onu bulduğunu düşünürsün.Kader çizgisine bırakır,'doğru zaman' diye umutla avunursun.Doğru zamanın ne kadar yakın,ne kadar uzak olduğunu bilemezsin
   Bazen, aynada kendinle kaldığında,karşındaki sülietinle bakışır,gözlerinin 'aşk'a gülümsediğini görürsün
    Bazen ,en sıkkın,en mutsuz,en yorgun anında,içine bir şekilde doğan kıpırtıyla tüm anı rengarenk boyarsın.
    Bazen ,tüm cesaretini toplar,bulduğunu sandığın olasılığa binlerce anlam yüklersin
    Bazen ,aşka inanmazsın.O seni bulduğunda afallarsın.
    Bazen , gitmek istemediğin bir yola uzun diye hayıflanırken,öyle garip tesadüflere denk gelirsin ki,bitmesin diye zamanı durdurmak istersin.
    Bazen,aşka aşıksındır.Her tesadüfü aşkın bir parçası sayarsın,yok yere o tesadüflerin denk gelmediğine inanırsın.O küçük tesadüflerle,kelebekler uçuşturursun.
    Bazen,aşkı yakaladığına inanırsın,kendini aşka bırakırsın.
    Bazen ,alev alev yanan bir ateşin ta içinde olduğunu fark edemezsin.
    Bazen,aşka kayıtsız şartsız teslim olursun.Bazen de ,bozulan ezberine direnirsin.
   Bazen ,sınırları zorlarsın.Bazen,sınırları hiç düşünmeden aşarsın.Kırdığın zincirlerden kapılara sığmazsın.Bazen de kırıp döktüklerinin pişmanlığını yaşarsın.
    Bazen,işte tam zamanı dersin.
    Bazen ,bir isimle taçlandırırsın.Bazen ,isim bile koymadan ,sadece içinde derinliğini yaşarsın.
    Bazen,yıllardır dinlediğin şarkıda,her zaman önünden geçtiğin manzarada,bu sefer başka anlamlar yakalarsın.
    Bazen ,doğru tercihle güvenmeyi öğrenirsin.Bazen ,yanlış tercihle ,aşkın ızdarıbı çekersin.Bazen de,aşktan kör olmayı yeğlersin.
    Bazen ,küçük anlara büyük anlamlar yüklersin.Bazen, büyük anlarla yetinmezsin.
   Bazen , evvel zamanda denk geleni özler, ısrarla yine yine yeniden geri gelecek ümidiyle beklersin.
   Bazen , çok istediğin zaman bile gelmeyişine isyan edersin
   Bazen, ufacık bir detayın,aşkın tüm seyrinde nelere yol açacağını göremezsin.
    Bazen sürprizlerle doymazsın ,bazen sana sunulanı anlamazsın.
    Bazen , kimyanı değiştirir,bazen de bünyene alerji yapar.
    Bazen , kahramanın yanında olmasada tek başına yaşarsın.Yaşadığının güzelliğine şaşırır,bu lütufu sana sunan Yaradan'a binlerce kez şükredersin.
    Bazen,bütünün içinden bakamazsın.Bütünün dışına çıktığında,iş işten geçmiştir ve yaşadığının ne kadar özel olduğunu anlarsın,kaçırdıklarına yanarsın.
   Bazen, hergün binlerce aşk hikayesi yaşandığını görüp,seninde o binlercesinden biri olduğunu hatırlar, kendini o şanslılardan sayarsın.
   Bazen , aşkla ilgili hikayeler dinlersin.Bazen , kendi hikayeni yazarsın.
   Bazen , 'aşkın sesi' olduğunu yaşar,bazen de 'o ses' gelecek diye,hayata 'AŞK' ile bakarsın.
  
   Öyle ya ; ''Aşk Hiç Biter mi? ''
  
''                                                                                         ''
 Umudum sonsuzdur.Uğraşım bitmez hiç bir zaman...
       (My hope is eternal.My effort never ends)
''                                                                                         ''

Volkan Koşar

8 Mayıs 2014



   





















  
   


Devamını okuyun...>>

4 Nisan 2014 Cuma

"AŞK"

   Aşk,alkol gibidir.
Her içinde farklı etki bırakır.Her içen,her tadan farklı etkilenir.Kiminde karamsar,ağlak,melankolik...Kiminde özgür bir ruh uyanışı,her adımı anlamlı,her gecesi aydınlık...
Kavuş ya da kavuşama...Her zaman sarhoş olcam diye içmezsin ki.İçsen bile aynı niyetle,hep aynı sarhoş olmasın.Bazen sarhoş bile olmazsın...Kavuştuğunda da her gün aynı sevemezsin ki.Her gün yanmaz,kavrulamazsın ki.Belki bir gün bir öncekinden biraz fazla...Kavuşamadığında,hayalindeki resmi tamamlar,anlamlar yüklersin.Baktıkça o resme daha anlamlı gelir her seferinde.
    Anlamlar yüklersin cümlelerle Aşka.Onu tarfi eden cümleleri en manalı sıfatlarla süslersin kendince.İlla her yazanın,aşkla ilgili yazılmış milyonlarca şiirin içinde bulacaksın  diye bir kural yok ki.

   Mesela ,ben aşkı  binbir renge boyar,her rengin her tonundan başka anlam çıkarır öyle kabul ederim.Yalnızca pembe,sadece mavi ya da kırmızı kabul edenin ki aşk değil mi yani.

   Aşk,her dilde aşksa.aşk her renkte aşktır.Aşk,bazen süslü bir cümlede,bazen düz bir cümlededir.Sen ifade ederken düz bir cümleye öyle şeyler sığdırıyorsundur ki manalı...Ya da ben,öyle cümlelerle dizeler,kafiyelerle sevişmeler,ses uyumları ile yazıyorumdur.Düz değil diye aşk değil midir?
Belki aynı dili bilmeyen,yazdığın dili bilmediğinden,sen ifade edince manalı gelmiyordur.Sadece düz cümlelerle doymaya alışmıştır,aşka dair öyle cümleler duymuştur hep.
  Boşa mı diyorum,aşk alkol içmek gibidir.
Sende etkisi başka,bende tepkisi başka,onun içindeki bambaşkadır.

Volkan Koşar
4 nisan 2014
01:50








Devamını okuyun...>>

2 Nisan 2014 Çarşamba

Satışında Böylesi!



         Yazının adı ,'Satışında Böylesi' olunca,bir kaç yere çekilecek mana taşıdı.Muhtemelen ,daha yazının başında beklenilen,bir arkadaşın başka bir arkadaşa yaptığı ayıp ya da yamuk gibi anlaşılabilir.Ama bu hikayeyi ilk duyduğumda,mutlaka yazılmalı dedim.Hem gerçek,hem ibretlik hem de gerçekten güzel satış stratejisi örneği teşkil eder bir hikaye.Dünya devi şirketlerden birinde ,birebir satış pazarlama yapan bir arkadaşımın,işiyle alakalı yaşadığı ilginç hikayelerden birine tanık oldum ve başladım dinlemeye.

   Arkadaşım demo tanıtım yapmak amaçlı, randevuları önceden alınmış evlere ,tanıtacağı ürünü götürüyor ve öncelikle ürünün özelliklerini,ayrıcalıklarını anlatıp,tanıtıp,ardından da müşterinin ne kadar etkilendiğiyle alakalı satış işlemini gerçekleştiriyor.Ürün,hünerli,epeyce başarılı ve işlevi itibariyle pahalı bir ürün.Arkadaşım,İstanbul'un hemen hemen bütün muhitlerinde,bin bir yaşam şekline tanık olmuş,bölgeye göre daha gideceği evi görmeden,yapacağı satış ile ilgili aşağı yukarı bir fikre sahip  olabilen ve işiyle alakalı yılların birikimine sahip bir satış uzmanı.Ve bir gün, demo-satış evresi için Kartal da bir eve yol alır.Randevu usulü olduğu için,gideceği yerdeki kişi ,müsait olduğu zaman dilimini söyler ve o zaman diliminde alış-veriş amaçlı iletişim başlar.Kapıyı bir hanımefendi açar ve satış uzmanı tanıtacağı ürün ile beraber evin salonuna kurulur.Evde tanıtım işlemi başlarken,arkadaşım bir yandan ürünü anlatıp,ürünün becerilerinden bahseder,bir yandan da ürünü tanıttığı kişileri gözlemler.Ürün tanıtımını bir hanım efendi ve onun eşi dinler.2 saatlik yoğun bir tanıtımdan sonra,evin hanımı üründen etkilenir ve almak istediğini söyler.İş ,ürünün fiyat kısmına gelince,evin beyi ,ürünün pahalı olduğunu ve düşünmek istediklerini belirtir.İşinde çokça satış başarısına sahip arkadaşım,içinden ,gerçekten gerçekleşmesi gereken bir satışın,nasıl oluyor da böyle olumsuz-belirsiz bir sonuç doğurduğuna dair sorguları ile haneden ayrılır.Üzerinden ,2 ay gibi bir zaman dilimi geçtikten sonra,yine aynı bölgeye hatta geçen sefer gittiği sokağın iki sokak üstünde bir eve demo-tanıtım-satış amacıyla ,randevusuna dair bir eve gider.Kapıyı oldukça genç,güzel giyimli,hatta makyajla yapmacık güzellik taşıyan bir hanım efendi açar.Sevgili arkadaşım,her zaman ki gibi ürünü salona kurar ve genç bayana anlatmaya,ürünü tanıtmaya başlar.Bir saatlik bir tanıtım-iletişim evresinden sonra ,genç bayan ürüne bayıldığını ve almak istediğini söyler.Arkadaşım garip bir tereddüt hissiyatına kapılır.Ürünü, kredi kartına taksit ya da nakit ile teslim edebildiği ve ürünün de pahalı olduğunu düşününce,bu genç bayanın bu ürüne bu kadar kısa bir sürede aklının ve maddiyatının nasıl yeteceği kuşkusuna düşer.Genç bayan bir telefon konuşması yapar ve ''Aşkitom gelirken şu kadar miktar nakit para getirir misin?,öptüm aşkitom'' der ve telefonu kapatır.Telefon konuşmasının üstünden 1 saat bile geçmeden kapı çalar ve genç bayanın telefonda konuştuğu beyefendi belirir.Arkadaşım beyefendiyi gördüğünde,önce şaşırır sonra hiç tanımıyormuş gibi bozuntuya vermez.Beyefendinin şaşkın bakışları içinde,nakit parayı alıp,ürün teslimatını yapıp,evden ayrılır.Apartmandan çıktıktan sonra,hemen telefonuna sarılır.2 ay önce gittiği evdeki,ürünü pahalı bulup almayan beyefendinin,az önce içerideki beyefendiyle aynı kişi olması,arkadaşımın beyninde 'İyi bir satışçı fırsatları kaçırmaz' edasıyla bir ampul yakar.Daha önce gittiği eve,telefon referansıyla gittiği için,kahramanımız beyefendinin telefon numarasına da sahip olmanın rahatlığıyla,beyefendiye ulaşır.Telefonu açan kahramanımıza, ''Az önce sattığı ürünün satışını,beyefendinin karısına da gerçekleştirmek için ,hangi gün müsait olduklarını sorar'' ve beyefendi, içinde bulunduğu durum itibariyle kaçacak başka bir yön bulamadığı için ,müsait zaman dilimini seve seve söyler.:)Ve sonunda arkadaşım,bir beyefendinin sahip olduğu iki haneye,kurnazlığı ve iyi bir satışçı vasfıyla iki ürün satar.


   Hayat ne garip demi!Bu durumu anlatan ne özlü sözler var üstelik,boşa söylenmiş olmasa gerek


' Yalancının mumu yatsıya kadar yanar'

'Çekirge bir sıçrar,iki sıçrar,üçüncüde ele geçer'
'Sefasını süren,cefasını da kabul eder'

   Ve insanoğlu, bir o kadar çiğ süt emmiş olabiliyor.Yukarıdaki hikayede karısına pahalı bulduğu hediyeyi,sevgilisine bir çırpıda alan bir adamın,içine düştüğü durumu,aldığı bu naif dersin özetini okudunuz...Tabi iyi bir satışçının hakkını da vermek gerek:)Bazen zor  bir satışı kolay kılan,satışçının kıvrak zekasıyla yakaladığı müşteri zaafıdır.

   ''Satış işlemini gerçekleştiren arkadaşımın bayan olması da'',''bir kadına yapılan kötülüğün öcünü, yine bir kadının alması da'', güzel '' 1 NİSAN'' şakası sayılabilir.:)

Volkan Koşar


2 Nisan 2014




























Devamını okuyun...>>

7 Mart 2014 Cuma

Öğretmen Çocuğu Olmak



   Bir çoğumuzun ,bir çok açıdan' imrenilecek çocuk ' diye bakmasına sebeptir,öğretmen çocuğu olmak.16 yıllık eğitim hayatım boyunca bir fiil tecrübe ettiğim bir konu elbetteki.Üstelik bir taraftan değil,anne ve babamın öğretmen olduğu gerçeği ile iki taraftan da bunu yaşamış biri olarak başladım yazmaya.Elbetteki avantajlı tarafları olduğu kadar,dezavantajlarını da barındıran bir durum bu.Bakalım neler yaşamışım,ya da eğitimci aile çocuğu olan arkadaşlarımız neler yaşamış?Samimiyetle anlatalım.

  Öncelikle ,az önce de belirttiğim gibi ,anne baba öğretmense,daha ilkokula başlamadan,okulla alakalı çok şeyle haşır neşir olursunuz.Şöyle ki;anne sabahçıdır,baba öğlencidir.Bu,şu demektir.Yarı zamanlı olarak sabahları babaya,öğleden sonra anneye emanetsinizdir.Hele ki size evde bakacak kimse yoksa,evde yalnız başına duramayacağınız için ,ilkokula başlayana kadar da ,toplu taşıma araçlarında ,veliniz ile okula gider gelirsiniz.Mesela ben,anne ve babam o yıllarda aynı okulda görev yaptığı için ve biri sabahçı biri öğlenci olmak zorunda olduğu için,annem okula giderken onunla okula gider,okuldan babam çıktığı için ,babama teslim edilmiş şekilde babamla eve dönerdim:)

  Ve bu evre biter,sizin de okul hayatınız başlar.Daha okulun ilk senesinde sizin için yarış başlamış demektir.Üstelikte sadece sınıf arkadaşlarınızla değil,aynı okulda öğretmenlik yapan başka öğretmen çocuklarıyla,hatta başka okullarda öğretmenlik yapan anne ya da babanızın arkadaşlarının çocuklarıyla da.Niye mi?Bir kere 'Necla Teyzenin kızı okumayı öğrenmiş,bilmem hangi okula kazanmış' gizli yarışını hissetseniz anlardınız:)Ve bu, tüm öğrenim hayatınız boyunca meşhur bir durumdur.Sizi kamçılar,iyi gibi görünür bu durum.Ancak aynı zamanda,aileler bir araya gelince,alt sıralarda adınızın olması ,sizi daha başarısız biri gibi tanımalarına da sebeptir.Başarılı,akıllı ya da zeki çocuk damgası,iyi yetiştirildiğinize örnektir çünkü.Sonuçta başarısız görünmeyi kim ister ki?:)

    Tüm okul hayatınız boyunca,anne babanız ,okuduğunuz okulda görev yapmasa dahi,'Öğretmen çocuğu örnek olmalıdır' gerçeği ile karşı karşıyasınızdır.Aldığınız notlardan,giydiğiniz kıyafetin mevcut şartlara tam anlamıyla uymasından,arkadaşlarınızla olan diyaloğunuzdan,öğretmenlerle olan iletişiminizdeki tutumunuzdan vs.Mesela yaramazlık,kavga,kopya gibi her öğrencinin yaparken keyif aldığı bazı anlar,sizden hiç beklenmez.Siz yaparsanız extra ayıplanır,kınanır.Ve kınanırken,fırça yerken,ayıplanırken duyduğunuz cümle hep aynıdır.'Sen nasıl Öğretmen çocuğusun':)
  Şöyle bir ortaokul yıllarıma gidince,gözümde canlanıverdi.Ben 'Onur öğrencisiydim'.Onur öğrencisi olan kişi,kılık kıyafet olarak tüm öğrencilere örnek olmalıdır.Örneğin,gömlek hafif kirli,ne biliyim kravat sağa sola savrulmuş,saçlar nizami öngörülenden uzun falan olamazdı yani.Askere giden arkadaşlar iyi bilirler bunu.Tam tasviri 'Nizami Er' demektir işte:)

 İşin arkadaşlar kısmı da bir hayli ilginçtir.En samimi arkadaşın bile olsa,içinde bir 'Acaba '  vardır.Acaba babasına söyler mi diye?Ne biliyim, Yaramazlığı kim yaptı?,Kavgayı kim başlattı?,Kim kopya çekti?,Camı kim kırdı?,Kim sigara içti? gibi sırları ,o okulda görev yapan ya da idareci olan Babanıza ispiyon edeceğiniz hep düşünülür.Mesela benim okuduğum ortaokulda,ne zaman Wc'ye girsem,sigara içen öğrenciler sigaralarını atardı.Hep babasına söyler diye bir şey düşünülürdü.Sınıf arkadaşlarım ,babamın girdiği Fen bilgisi dersinin sınavında kopya çekerdi.Çekseler bile bana söylemek istemezlerdi.Sonradan beni çözdüklerinde ise,başka sınavlarda dahi kopya kağıtlarını benim cebime sokarlardı.İşin bu kısmında da arkadaşlarım;'Diğer öğretmenler,bu çocuk öğretmen çocuğu nasılsa kopya çekmez 'diye düşünür,bu çocuktan beklemezler zannederlerdi.Nitekim öyle de olurdu:)

  Yukarıda bahsettiğim gibi,orta son sınıfta babam Fen Bilgisi dersimize gelirdi.Bu, aynı zamanda benim açımdan bir handikaptı.Evde Baba dediğiniz adama,okulda öğretmenim demenin bir zorluğu vardı.Statüsü evde başka,okulda başka.Ve tabi ki dersinize öğretmen olarak giren bir babanız varsa,sınav sorularını kesinlikle bildiğiniz hep düşünülürdü.Şöyle bir düşününce 'İnsan evladına böyle bir güzellik yapmaz mı?' sorusu bu:) Vallahi yapmaz,yapmadı,yapamaz ki.Neden mi?Çünkü babanızın size sağladığı bu güzellik,öncelikle hoş durmaz.Öğretmen olan iyi bilir,öncelikli amaç not vermek değil öğretmek üzerine kuruludur.Sorular size verilir,önünüze konursa,siz sadece o sorular çalışırsınız ve sadece tembelliğe alışırsınız.Oysa unutmayın 'Öğretmen çocuğu hep örnek olmalıdır,kılığı,kıyafeti, aklı ,zekası ve notlarıyla':)
Ve kopya çeken arkadaşlarım olurdu,sağımda solumda yanımda oturan.Onlar kopya çekerdi ve taşıyıcı olarak beni alet ederlerdi.'Nasılsa babası onu kontrol etmez,ondan beklemez,onu küçük düşürmek istemez' diye düşünürlerdi.Ve tabiki TEŞEKKÜR BELGESİ almak asla kesmezdi bizi.Bizden hep TAKDİR BELGESİ beklenirdi.Çok şükür 3 yıllık öğrenim hayatım boyunca her yıl,iki dönem üzerinden 5 Takdir,1 Teşekkür belgesi ile mezun oldum. Haaa hemen söyleyeyim.Kaçırdığım o  takdir belgesini 1 puanla kaçırdım.O yıl Fen bilgisi dersim 9 geldi.Eğer babam 9 değilde, 10 verseydi,o yılda Takdir belgesi geleneğimi sürdürecektim.Ancak, bunu belki o zaman düşünmemiştir çok arkadaşım ama,Öğretmen çocuğu olmak 'Torpil geçirdi dedirtmemek' diye bir şeye eşdeğerdir.Yani babası ona torpil yaptı dedirtmemek için herkese 10 verirdi sevgili babam,bana 9 :)

  İşin keyifli kısımları yok muydu?Vardı tabi ki.Mesela öğretmenler gününde,evde hem anneme, hem babama gelen hediyeler bolca olurdu.Sanırsınız ki ,Noel baba gelmiş,yılbaşında ağacın altına bütün hediyeleri bırakmış.:)
Tabii özellikle öğrenim hayatınız bitince anlıyorsunuz ki,o yıllarda gelen ve sevindiğiniz hediyeler,sonra 24 Kasım tarihlerinde sizden beklenen,giden  hediyeler kervanı demek,üstelikte 2 adet:)
Öğrenim hayatınız bitse bile,o yıllara ait öğretmenlerin ad-soyadlarını,ailevi,yaşamsal ya da sağlık durumlarını,hatta çocuklarının bile medeni halini,çoluğunu çocuğunu bilirsiniz,asla unutmazsınız.Çünkü ,anne ya da babanız emekli bile olsa,mutlaka 'meşhur kadın günleri,altın günleri' gibi günlerde arkadaşları ile bir araya gelip ,hayat seyirlerini konuşurlar,evinize misafir olarak mutlaka gelirler.

    Sınava hazırlanırsınız.Sınavla alakalı kitaplar,yardımcı kitaplar,örnekli kitaplar,hemen hemen bir çok dershaneden hediye olarak gelir.Tabi ders çalışmaya eğiliminiz varsa güzel,yoksa epey sıkıcı bir durum halini alabiliyor.Genelde dershanelere kontenjandan ücretsiz gidersiniz ve eksik olduğunuz konularla ilgili, ücretsiz özel ders alırsınız,babanızın arkadaş kontenjanından:)Haa, bir de sunulmuş güzel tarafı,cebinizde her daim bir öğretmen evi kartı bulunmasıdır.Mevcut öğretmen evlerinde, indirimli konaklama ve yemek gibi imkana sahipsinizdir.Pek havalı demi:)

  İşin komik,gülünç tarafı,şakası bir yana;

'Sizin,şartlar dahilinde, iyi eğitilmiş bir birey olma konusunda özenle yetiştirildiğiniz gerçeği' işin en güzel tarafı aslında.Bunu hayata dair,nasıl ,ne şekilde,ne kadar olumlu kullandığınız ise tamamen tercih meselesidir.


07/03/2014
Volkan Koşar







































Devamını okuyun...>>

25 Ocak 2014 Cumartesi

Bir Zamanlar Varmış,Bu Zamanlar Yokmuş!

    Bir zamanlar varmış,bu zamanlar yokmuş diyeceğimiz ne çok şey varmış,gerek küçük yaşlarımızdan hatırladığımız,gerekse büyüklerimizden duyduğumuz.Üzülmeli mi ,sevinmeli mi bilemedim,bulamadıkça cevabı,yazayım da bir bilen çıkar elbet dedim.

  Bugünlerde çok sohbete şahit olup,çok sohbette ,aynı şeylere yakın örneklerin paylaşımı biriktiğinden olsa gerek,hikayeler ayağıma kadar gelir oldu.Kalem küsmesin diye aramı da iyi tutuyorum,gönlü kalmasın,boynu bükülmesin.

  Esnaf sohbetlerini severim.Fırsat buldukça da ziyarete gider,işten ,güçten ,spordan ,siyasetten ,hayattan bir çok konuyu gündem yaparız,iki dakikalığına uğrasam bile.Geçenlerde sohbete uğradığım bir elektronik dükkanında,1970 lerin başında İstanbul'a yerleşmiş,'Baba' diye hitap ettiğim,yaşı 60 lara yakın bir ağabeyimin söyledikleri,kafamda ampuller yaktı birden.Elektronik mağazası diye yanmadı sanırım bu ampul,belli ki bulunmam gereken yerde,evrenin yolladığı bir mesajın içindeydim:)
Sohbet yasaklardan,kıyafetlerden,teşhirden falan açılınca,'İstanbul'a ilk geldiğim yıllar,vapurla bir yakadan bir yakaya geçerken,vapurda güzel kıyafetli,kafalarında fötr şapkalı,bir ellerinde özenle seçilmiş bastonu,bir ellerinde gazetesi olan amcalara denk gelir,güler yüzlerinin verdiği samimiyetle hiç tanımadan ne güzel sohbetler yapardık' dedi sevgili ağabeyim Sonra devam etti,'Kadınlar görürdük özenle seçilmiş kıyafetlerle gezen ve kimseler kötü gözle hatta yan gözle bakmazdı' diye...
Bir çoğumuz şahit olmuşuzdur eski fotoğraflardan,annelerimizin gençlik yıllarında giydiği,gayet modern,günümüz modası diyebileceğimiz kıyafetlerine.Ve aklıma hemen şu soru geldi.Ya o zaman teşhir diye bir şey yok muydu.Yani o zamanın kadınları bu kıyafetlerle ,erkekleri teşhir etmiyor muydu diye.Yoksa buradaki altı çizilmesi gereken husu,erkek faktörü müydü. Yani kadınlara ne oldu da birden,hatta 40 yıl sonra TEŞHİR tehdidi oluşturan cinsiyet olarak gösterilmeye başladı.Yani 30-40 yıl öncesinin teknolojisinin çok önüne geçmişken,yıllara paralel doğru orantıda ilerlerken,Kadın-erkek mevzusu daha da geri gitmeye başladı.Yoksa tüm dünyada olduğu gibi,siyasetçilerin halkı Din-dil-ırk konusu üzerinden sömürdüğü,kandırdığı gerçeğinin unutulmasından kaynaklı bir baş gösterme miydi?Çok basit bir matematik gibi duruyor değil mi? 90 lı yıllarda pazar günleri Trt 3 te buz pateni gösterileri olurdu.Hayal gücümüz, bunun ne kadar estetik ve eğlenceli olduğunu düşünürdü.Ya da tv de voleybol,tenis maçları olurdu,çok keyifle izlerdik.Şimdi ne oldu da birden spor kıyafetlerinin teşhir unsuru taşıdığı gerekçesiyle yasaklanması gündeme gelebildi.Zaten bu tarz şeyleri ,yasaklayarak  çözmeye kalkarsak,kadınların el attığı bir çok sektöre,rahat kullanım için şalvar giydirmek gerekir:)Ne garip demi gelinen noktaya ağlamak lazımken,gülüyoruz.Mevzu eğitimden geçiyorsa,halkı böyle eğitmek,yetiştirmek yönlendirmek gerekirken,yasak diyerek 'Yasak olanın cezbediciliğine ve gizli saklıya' itiyor olabilir miyiz?Yoksa bunu çıkaralım,bunu yasaklayalım 'diyen zihniyetlerin 'nasıl bir sorunlu çocukluk,gençlik dönemi yaşadıklarını mı irdeleyip,mantığa dayandıralım.

    Başka bir sohbette,masadaki ağabey,karşısındaki adama,ticari ilişkide samimi,sıcak temas kurmak amaçlı 'Hangi takımlısınız?'diye sordu.Karşıdaki adam 'Bir takım tutuyorum,doğma büyüme Kadıköylü olduğum Fenerbahçeliyim ,ama pek ilgilenmiyorum,şu gelinen hallerden sonra 'dedi'.Eskiden biz Fenerbahçe-Beşiktaş derbisi izlerdik statta,üstelikte yan yana' dedi.Sahi ya,ne oldu,nasıl oldu da ,bu bizden ,bu sizden ayrımı oldu.Şimdi bırakın yan yana izlemeyi,aynı statta iki takım taraftarları maç izleyemiyor.Bu durup dururken olmadı belli ki.Acaba yine mantık,birinin kendini diğerlerinden farklı bir dünyada gösterme çabasıyla mı ortaya çıktı.Bu durum rekabeti,rekabet ezeli rekabeti,ezeli rekabet deyince,biri diğerine yenilince hazmedilemez bir durum gibi kabul edildi ve renk kavgaları başladı.Yahu işin içine Haçlı seferleri gibi bir durum mu giriyor ki,farklı renkte olsalar da hepsinin formasında Türk bayrağı olması,"Ortak bir çatı"fikrini unutturuyor.


Hani spor kardeşlikti?farklı renklere gönül versekte. Biri olmasa,diğerinin varoluşunun anlamı olmazdı diyemez miymişiz?Belli ki zamanında deniyormuş.Ama bizi, tıpkı politikacı oyunlarında olduğu gibi,bir guruba ait olma dürtüsü bilinciyle ayırmışlar.Spora siyaset karıştırmakta.bu durumun bir sebebi olabilir.Olamaz mı?Sırf tuttuğumuz takımın başkanı,futbolcusu diye,ayıbını,suçunu ,günahını,omuzlarda taşıyarak mı göstereceğiz?Bu takımların hiç birinin sahibi,seçimle gelen insanlar değil ki.Yoksa düzeni hep "çalsa da,çırpsa da,benim takımımdan,benim tarafımdan,benim yandaşım,benim kanımdan"diye kabul edip,Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın şeklinde mi kabul edeceğiz?Şayet böyleyse,yapılan hiç bir haksızlığa ses çıkarmayacağız,"nasılsa o da birinin tarafındandır" diye.

   Dedim ya eski zamanlarda teknoloji şimdiki gibi değildi.Yaşım yettiği kadarıyla hatırladığım 'Commader 64 'vardı hayallerimizi süsleyen atari.Şimdi üç boyutlu Hd blueray oynatıcılı playstation 4.
Gelişime,ilerlemeye bak,o zaman aklımızın alamadığı şeyleri görüyoruz,yaşıyoruz.Ama tabi iş bilgisayara kalınca,e malum onu da bir insan kullanınca,hilesi düzenbazlığı, usulüne uygun olabiliyor.Daha önce 5 kez oy kullanmış bir vatandaş olarak,seçmen listesinde adıma baktım geçenlerde.Listede adım yok.Muhtarın yönlendirmesiyle,elimde son aya ait faturalar ve kimliğimle Nüfus Müdürlüğünün yolunu tuttum.İçeri girip,teknolojinin son nimetlerinden olan numaratörden bir numara aldım.Aldığım numara kağıdının üzerinde yazana göre,sırada bekleyen 295 kişi var:)Eee Volkan seçmen olarak oy kullanmak istiyorsan bekleyeceksin:)2 saat 35 dakika sonra,bedava ekmek kuyruğundan ,pardon nüfus müdürlüğündeki maceramdan kurtulmak için memurun yanına gittim ve seçmen listesinde adım olmadığını söyledim.Su,Elektrik ve doğal gaz faturalarını ve kimliğimi uzatıp beklemeye başladım.Çıkan manzaraya ağlamalı mı,gülmeli mi bilemedim gerçekten.Evimde Marina Ö. diye  biri yaşıyor görünüyordu:)Ama ben o hanede yaşıyor görünmüyordum.'2013 yılında taşınmış' dedi memur bey.'Vay arkadaş' dedim kendi kendime.5 yıldır yaşadığım evde ,ben yaşıyor görünmüyorum ama yabancı uyruklu bir vatandaş,1 yıl bile olmamasına rağmen yaşıyor görünüyor.Ve evin sahibi olarak benim haberim bile yok.      

    Aslında detaya bile gerek yok,memleketimin düzeni ya da içinde dönen düzenbazlığı anlatmak için.Artık seçimler geliyor diye mi yormalı,bir karışıklık olmuş diye iyi niyet mi göstermeli,yoksa evimde yaşıyor görünen bu isim bir olaya karışsa kapıda polisleri mi göreceğim diye Paranoyak mı olmalı bilemedim.Ama şu bir gerçek ki,Teknoloji hayatımıza girdi gireli,düzende sapmaların çok daha kolay olduğu aşikar!Eskiden sonuçları hemen açıklanmadı belki seçimlerin ama en azından bu kadar şüpheye düşmezdik.

 Malum 'BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ'diye başlayan masallar gerçek oldu,biraz değişime uğrayarak.

'BİR ZAMANLAR VARMIŞ,BU ZAMANLAR YOKMUŞ'...























Devamını okuyun...>>

23 Ocak 2014 Perşembe

Özlemlerimiz

  Özlemek...Özlediğini  yada özlendiğini bilmek,hissetmek ,dile getirmek ve duymak.Ne kadar özel bir duygu ve ne kadar uçsuz bucaksız bir deniz ,özlem duygusu.İçinde bin bir rengi barındıran,düşündükçe mutluluk hissiyatı beliren,yüz güldüren,kavuşunca daha da mutlu eden bir olgu.Kavuşma duygusunun cevabı...hasretin sevgilisi,gözlerin aradığı,burnumuzda tüten,yalnızlığımızı çekilir kılan,bizi bir çok şeye güdümleyen,belki de ayakta tutan...Çoğaldıkça ,bir VOLKAN misali alevlendiren,gözlerimizin ufuklara derince daldığında ,gördüğü ve görünene olan düşünsel yolculuk...

-Kış çok uzun sürdü diye yaz mevsimini özlemek
-Sıcak,bedenimizi yakınca,Sonbaharın hüznünü özlemek ve o hüzne fazla boğulunca kıpır kıpır hissettiren yaz mevsimini özlemek
-Eski sevgiliyi özlemek
-Çocukluğumuzu,yaramazlıklarımızı özlemek
-Okul yıllarımızı özlemek(hatırda kalan anılarla,üniversite yada lise yıllarını özlemek)

Devamını okuyun...>>

İstanbul'dan Giderken

 Ve şehrim İstanbul'a yaz gelir.Okullar yıl sonu tatiline girer,girer girmez tatil planları,denizler,sahil,kumsal,güneşlenme planları aklımızın bir köşesine yerleşiverir.İstanbul,kimine göre yaşanmaz bir hal alır.Tüm yıl boyunca şikayet ettiğimiz o kalabalık,o trafik çilesi,birden akıverir deniz kenarlarına.Ve İstanbul' da kalanlar ,birden bu gidişe anlam veremeyip,anlarlar ki ,İstanbul'u güzel yapan,bunca insana yaşanılası kılan,o kalabalığıdır.Kimimiz,yıllık iznimizden 1 hafta alabilip kaçarken bu şehirden,kimimiz sanki şehri terk ediyormuş gibi uzunca bir süre,belki sonbahar kendini gösterene kadar terk eyleriz bu şehri.Kimileri de sadece hafta sonu ADALAR,üSKÜDAR ,ORTAKÖY,BEBEK,ARNAVUTKÖY,GALATA gibi nimetleri ile yetinir,havuz ile güneşin tadını çıkarmakla kalakalır.


Devamını okuyun...>>

21 Ocak 2014 Salı

Önemsiz Gibi Gördüğümüz Önemliler


  
    Gerçekten değer verdiğimiz şeyler var mı acaba?Değer vermeyi sözlük anlamıyla unutmuş olabilir miyiz?Elbette unutmamışızdır ama bir üzerinden geçmekte ne sakınca olabilir ki?

Değer; Bir şeyin önemini belirlemeye yarayan soyut ölçü, bir şeyin 

değdiği karşılıkkıymet;


bir şeyin parayla ölçülebilen karşılığı, eder, paha; yaşama yön veren düzenleyiciler.
   Bir insana,bir canlıya,bir nesneye  ya da maneviyatla alakalı yüzlerce şeye verilebilecek önem diye sıralayabiliriz.Hayatımızda önem verdiğimiz insanlar var elbetteki,aile bireyleri,eş, dost, arkadaş,sevgili,araba,gitar,kaset,plak,tablo,ev,koleksiyon diye çokça sıralayabiliriz,kişiden kişiye değişiklik gösterse de.

    Kişiden kişiye,meslekten mesleğe,yaş aralıklarıyla,cinsiyet farklılıklarıyla,özellikle nesneler üzerinde gösterilen DEĞER ÖNCELİKLERİ elbette değişir.DEĞER verdiğimiz o nesneleri(eşyalar) almamız,bakmamız,önemsememiz ,ona ben daha iyi bakabilirim demektir.Onu ben daha özel yere koyabilir,hatta ona zamanı da katarak daha da anlam yükleyebilirim demektir. 

    Gitarlarımı severim,çocuklarıma,torunlarıma aktarmak,anlamlı bir miras bırakmak için ve onların bir dili olduğunu ,bu sebepten sevilmelidirler önemsemesini görmeleri için DEĞER veririm.Ya da yazdığım ve albüm olmuş şarkılarım.Bizler yazar ,onları sonsuzluğa atarız.Kimi çok değer görür,kimi az değer görür.Ama her şeyden öte çok özel bir mirastır.Bugün bu dünyadan göçsem,geride 16 tane kayıtlı şarkı,2 albüm bırakmışım derim.Düşününce ,ne kadar da anlamlı aslında.

    Düşünsenize yazı yazıyorsunuz ve o yazıyı dedenizden kalma bir antika daktilo ile yazıyorsunuz.Ya da resim ile ilgileniyorsunuz,ailenizde çok değerli ve hatta çok önemli ressamların tabloları var.Müzikle ilgileniyorsunuz,size aile büyüklerinden 1970 li yılların çok değerli plakları kalmış.Siz de verilen bu DEĞERİ görünce,başka türlü bir önem,anlam ve öncelik oluşturmaz mı?
Baba mesleği,dede mesleği gibi kavramların da AİLE MİRASI önemini alması bunun gibi.Bazen anlatılanları,süslü cümlelerle anlatmaktan öte,örnekle daha çok aklımda kaldığına çokça tanık olmuşumdur.Zaten hikayeler bize,birilerine aktaralım diye gelirler.Herkes o hikayeden bir pay çıkarır,bir sonuç çıkarır bu da FARKINDALIK yaratır.

  Bir televizyon kanalına,işimle alakalı sohbete gittiğimde tanık olmuştum, bu tarz bir mirasa.Aynı masa etrafında oturduğumdan,konuya hiç hakim olmasam da ,istemeden kulak misafiri oldukça daha net dinlemeye başladım.Görüşmeye gittiğim hanımefendi soruyordu,masaya sonradan gelen genç bayana 'Senin kitap olayı ne oldu 'diye.Belli ki genç bayan bir kitap yazıyordu.Konuşmalar devam ettikçe anladım ki,genç bayan orada çalışan biriymiş ve kitap yazmak için ,işten istifa edip,kitap olayına konsantre olup, eve kapanmış.''Yazmaya devam ediyorum,beni çok heyecanlandırıyor,gayet iyi gidiyor,bir yandan da araştırıyorum' dedi genç bayan ve anlattıkça hakim oldum ki,kendi soy ağacını araştırmakla başlayıp,sonra büyük annesinin Rusya da bir heykeli olduğuna kadar bulmuş.Anne annesi hayattayken onunla sohbetlerini kayıt cihazı ile kaydetmiş.Onları toparlıyormuş ve 'Bilmem ne göçmenlerinden ' olduklarını,daha önceki atalarının önemli ailelerden geldiğini dinlemiş ve başlamış yazmaya.Yüzeysel olarak ,hakim olabildiğim kadarıyla anlatmaya çalıştım.Aslında buradaki mevzu da çok imrendirici geldi.Aileden gelen bir hikaye,Genç bayanın buna DEĞER verip,hatta kaleme almasına da kadar gitmiş.Kitabı yazarken bile bir haz,öğrendikçe ayrı bir haz,hiç satmasa bile, gelecek nesillerine bırakacağı önemli bir miras fikri, çok ayrı bir haz kesinlikle.

    Benim,senin ,bu gibi yüzlerce hikayesi,hayata başka türlü motivasyon sağlayacak şeyleri de çoktur.Ancak bildiğimiz ya da öğrendiğimiz çok şeyi zamanla unutup yerine başka bilgiler getirince anlıyoruz ki,her şey zamanında güzel.Ve en güzel mirasın sadece maddiyatla alakalı olmadığına dair güzel bir örnek.Miras dediğin maddiyat olmalı gibi bir anlayışa kapılırız,bazen de haklıyızdır.O zaman bu genç bayanın araştırma ve hikayelerinin ,kitap olduğunda satma olasılığı da ,o anlayışı doyurur.Dede yadigarı bir saat kalır ve o nesilden nesile aktarılır,antika değerinde olabilir ve yine DEĞERİ olacaktır.
  
  Bununla ilgili bir hikayeyi,ayak üstü sohbetinde bir büyüğümden dinlemiştim ve o sohbet bile FARKINDALIK yaratmıştı bende.Türk ailelerinden birisi,çocuklarını Amerika'ya okumaya göndermiş.Bu genç delikanlı sanata meraklı bir gençmiş.Amerika'da sanat galerilerini gezmeyi ,kendine hobi edinmiş.Bir süre sonra bu hobi,ciddi bir hayranlığa dönüşmüş.Çünkü genç bir ressamın yeteneğine takılı kalmış ve ailesine mektup yazmış.'Sevgili ailem,Amerika çok güzel vs..Burada çok güzel resim galerileri var ve çok yetenekli,gelecek vadeden bir ressamla tanıştım.Bana bir miktar para gönderirseniz ,bu tablolardan bir kaçını edinmek istiyorum'diye.Genç adamın ailesinden gelen mektupta'Seni oraya okuman için gönderdik,eğitimini başarıyla tamamlayıp bir an evvel geri dönmeni isteriz.Sanat  gibi şeylerle uğraşıp,hobi edinip,önceliğin olan okul durumlarını yabana atma' gibi bir yanıt gelmiş.O gelecek vadeden,genç ressamın adı PİCASSO imiş:)

    DEĞERİN ya da şansın sizi nerede,ne şekilde bulacağı hiç belli olmuyor işte.Hayatta DEĞER verdiğimiz her şey,zamanında ve sizi heyecanlandırırken güzel.

     Şöyle bir düşünmeli şimdi.
'Önemsiz gibi görünen Önemliler' sıralamasında kim bilir neler var?Neler saklı?Neler, sizin ona yeterince anlam yüklemenizi bekliyor?


21/01/2014
04:55
Volkan KOŞAR






























Devamını okuyun...>>

16 Ocak 2014 Perşembe

Herkes Birinci?Peki ya Kim Kabul Ediyor İkinciliği?

      

     Gerçekten herkes birinci olmak için mi doğmuş?İkinciliğe,üçüncülüğe yakışmaz mıyız,yoksa çevre faktörüyle bize yakıştırılan hep birincilik güdüsüyle mi yaşarız?
  
    Henüz ilkokul sıralarında,daha 7 yaşındayken başladı bu birincilik serüveni.Okulda gösterilen derslerde hep birinci olmak için uğraşır dururuz.Biz her şeyin birincilik olmadığını anlayana kadar ,epeyce yarış atı gibi koşar dururuz.Öncelikle büyüklerimiz öyle istediği için,zekamızın,kapasitemizin ortalama olduğunu kabul edememezlikten belkide.Bir çoğumuz 
'Komşunun çocuğuyla,aile dostlarımızın çocuğuyla,akrabalarımızın çocuklarıyla karşılaştırılmışızdır' yıllarca.Bu, hep kendi içimizde nefret uyandırmıştır hatta.Futbol oynardık mesela,ailemiz izlemeye geldiğinde kendimizi çok başarılı göstermek için canımızı dişimize takardık.Kimse de düşünmezdi ki ,en nihayetinde zorlayarak sunabileceğimiz kapasitemiz kadar olanıdır diye!
   
    Yarışmalar düzenlenirdi.O yarışmaların amacı,grup bilinci yaratmaktır.Bize lanse edilen ya da bizden beklenen birinci olmak,dereceye girmekti hep.O zaman buradan çıkan mantık,yarışmalar birinci çıkarmak için yapılır.Ortada bir yarışma söz konusu olması için ,birden fazla kişiye ihtiyaç varsa,demek ki diğer derecelerde gayet hazmedilir.Ne dersiniz?

   Her birey sporda kabiliyetli ya da zekası ,aklı üstün olacak diye bir kural mı var ki?Sanki hepimiz bir robot gibi aynı fabrikadan seri üretimle çıktıkta,aynı performans ölçülerini göstermemiz kati şekilde beklenenmiş gibi.Hem işin diğer tarafından bakınca,birinci olmanın ne demek olduğunu anlamak için,mutlaka sıralamadaki diğer rakamlarında tadına bakmak gerekmez mi?Sonuçta birinci olarak doğmadığımız aşikar.
   Bu yazıyı okurken,şöyle bir handikapa kapılmamanız için belirteyim 'Birinci olmakta neymiş,birinci olunca ne oluyor ki,birinci olmak kaldırılsın falan gibi bir tezi savunan bir yazı olmaktan öte,bazen sınırın ötesine geçemeyecekken,bunun ısrarla empoze edilmemesi,olanla da yetinilmesi gerektiğini savunan bir yazıdır bu'.Nereden mi çıktı bu.Hayatımızın özellikle okul evrelerinde yaşamışlığınız elbet vardır.Sonra bunlar unutulur,yarın bir gün her konuda başarılı olmasını beklediğimiz 'Sorumluluklara(çoluk çocuk)' sahip oluruz ya da olmuşuzdur.O, gençliğimizde yaşadıklarımızı atlamayıp,bizim o an 'Birincilik' hissine kapılıp,dövünmüşlüğümüzdeki hallerimizi ,biz yaşatır hale gelmeyelim diyedir belki:)
Zaten bize anne, baba ve büyüklerimiz bunu sunarken,onlarda bizim yaşlarımızda ki kariyer çizgilerinde hep birincilik getirmemiştir değil mi?:)

    Birincilik güzel histir.İkinci olmayınca,üçüncülüğü tatmayınca insan ,bunun hazzını bilmez.Ne anlamlı oldu ikinci olmak,üçüncü,dördüncü beşinci olmak gördünüz mü?Hayatında kendi dallarında birinci,başarılı ya da altın harflerle adını kazımış,duyulmuş isimlere baktığımızda,şayet yetenekleri doğrultusunda bir yöne doğru yönlendirilmişlerse bir dolu başarıya çıkış çizgileri sergilediklerini okumuş,görmüş,yaşamışsınızdır.Bütün mevzu orada başlıyor belli ki.İşin sırrı,kabiliyetin neresinde olduğunu bulmakta.O zaman o birincilik elbet gelecektir adım adım.

   Şöyle bir düşündüm.Anadolu teknik lisesi Elektrik mezunuyum .Yani bildiğin elektrik teknikeri diploması almışım.Sınıfın en başarılı öğrencisi değildim,belli ki yetenekli değildim bu konuda.Ama benim gibi bir çok arkadaşım vardı,hatta zeki öğrencilerin sınavla kazanarak okudukları sayılı okullardan bir tanesiydi.Notlarda hep en yüksekleri alan arkadaşlarım vardı.'Bir çoğu, hayatı ,hep birinci olarak götürdü' demek isterdim bu birinciliklere extra anlam yüklemek için ama  yok böyle bir şey tabiki.Üniversite de İşletme okudum,sınıfın en işleten adamıydım:)Ne başarı ama:)
Ha bu arada ,eğitimci bir ailenin çocuğuyum.Bir düşünsenize benden beklenen birincilikleri ,takdirleri ,teşekkürleri madalyaları:)Okumak zorundasın,öyle yetiştirilmişsin,önünde okuyarak giden bir ablan var.En az onun kadarını yapmalısın,üstelikte erkek çocuğusun.'Altın bilezik' olmalı diye bir mantık duymadık mı?Ben çok duydum,müziği de katarsak 3 altın bilezik oluyor sanırım,epey zenginim anlayacağınız:)İşin şakası bir yana,elbetteki yaşam ve kader çizgimizde geçmemiz gereken çizgilerdi ki,göre ede ,eğilimin neye olduğunu ortaya çıkardık.Geç olmuş,her zaman geç olmaz,erken teşhis hayat kurtarır çoğu zaman.İşimizdeki ,hayatımızdaki mutsuzlukların başlıca temeli buradan çıkıyor belli ki.Yani istemeden kazanılmış meslek,keyif vermeyen ruhu doyurmayan,hayatta kalabilmek için edinilmiş kazanımlar.

 Sonra bir bakalım neler varmış deyip kutudan neler çıkardık. Google herşeyi bilir,inanmazsan sorabilirsin.Hayatımızın olmadık yerlerine sanatıyla,keşifleriyle,icatlarıyla damgasını vurmuş,ayrıcalıklı dediğimiz insanların başarılarına.
Büyük bilim adamı Albert Enstein,büyük mühendis ve ressam Leonardo Da Vinci.İkisi de çocukken okuma ve yazma da zorluk yaşıyorlarmış.Elektriği bulan mucit Thomas Alva Edison,çocukken alfabeyi okuyamıyormuş.Walt Disney'in alfabeyle arası olmadığından her şeyi karikatürlere dökmüş.Yani doğuştan başarılı,birinci doğmamışlar.Hatta yaşıtlarına göre yapamadıkları şeyler varmış.Ama dünyaya farklı gözle bakan bir zeka ve hayal gücüne sahiplermiş.Yetenekleri,zekaları ve kabiliyetleri doğrultusunda attıkları adımlarda birinci olmuşlar,isimlerini 'ALTIN HARFLERLE' kazımışlar.Her başarının arkasında olduğu gibi.Başarının 101,1001 yolu gibi kitaplarda yüzlercesini okuruz,başarıya giden yolları.O yollar kişiden kişiye değişiklik gösterir çoğu zaman .Ancak yeteneğin neye olduğunu bulmakla başlar,bulduğun yerden adımlarla gider başarıya...

Başarılı olan insanlar,sevdikleri şeyle uğraşan insanlardır.Severek yapılan her iş, başarı getirir.Zihnin,bedenin,ellerin gözlerin neye yatkın olduğunu bulmak bir başarı,buna eğilip,emek verip 'Birinci' olmak ,ayrı başarıdır.

15.01.2014
04:18






















   













Devamını okuyun...>>

14 Ocak 2014 Salı

Herşeyin Doğasında Aşk!

      Herşeyin doğasında var Aşk!İnsanın her yaşında,her anında,doğada ki tüm canlılarda,içimizde beslediğimiz,kalbimizde bir amaca,bir şeye duyduğumuz o heyecan...

      Hemen yanı başımda,ev arkadaşım,yeni dostum Marco. O bir köpek.Hani şu Yorkshire dediklerinden.Ara ara dalıyorum onu izlemeye.Henüz 4 aylık.İnsandan başka bir şey görmemiş,diğer canlıları tanımayan,bu dünyaya kısmi yabancı.Ama duyguları,karakteri,özellikleri geldiği andan itibaren belirgin aslında.Önce sahibine güven ve güveni edindikçe delicesine bir itaatle AŞK.Aşk deyince özlem,heyecan,koku gibi hissiyatları ayırmak olabilir mi?Hepsi de var bu küçük minnak bey efendide.Peki ya sahibinin ona duyduğu.Onu evladı gibi benimsemek,sevmek,sarıp sarmalamak,göz kulak olmak,her şeyi sıfırdan öğretmek adına verdiği sayısız emek.Bu da henüz yaşamadığım ama tahminlerle yolu bulup söyleyebildiğim ,Bir annenin ya da bir babanın evladına duyduğu o yüce duygu olsa gerek.Ben bunları yazarken,deminde söylediğim gibi yanı başımda,henüz dişi bir köpek bile görmemişken,oyuncak pembe bir yorkshire ile deliler gibi oynaşıp cilveleşip,onun adını bile duyduğunda çılgına dönüyor.Tanıdığı gördüğü yaşadığı kadarıyla sahibine ve bu oyuncağa duyduğu şey,tüm canlıların doğuştan doğasında olan şey.Daha bebekken,konuşamıyor,söyleyemiyorken bile ,ANNE kokusuyla ya da annenin aldığı o cennet kokusuyla bile hemen baş gösteriyor.

    







Fonda aşkı anlatan naif bir müzik,Claude Challe... Elimde bir sigara,yanında bir duble viski.Aşkı anlatmak için mi duruyorlar yoksa aşkı anlatmak için onlara mı ihtiyacım var.Yine sendeledim,kendimle ters düştüm galiba.Öyle olmalı ki,sahibi öksürse 'Acaba sahibime bir şey mi oldu 'diye endişelenen Marco bile,aşk öyle şeylere olmaz,bak böyle şeylere olur diye anlatıverdi,ilk öksürdüğümdeki o anlamlı bakış ve tavrıyla.Yine de onu dinlemeyip yaktım bir sigara  ve devam ettim yazmaya,ömrümden bir beş dakika daha çalarak.Sonra yazmakta öyle,müzik dinlemek,müzik yapmak,sanatı para kazanma kaygılarından bir an olsun sıyırdığımız ve kendimiz için yaptığımız ve duyduğumuz hazların özü,gerçek adı,AŞK!

   Sahi nereden çıktı bunun üzerine yazmak.Sanki bana mı kaldı bunun üzerine yazmak.Yooo,bana da düşer,ona da düşer,sana da düşer bunun üzerine yazmak,konuşmak,bunları okurken yazdıklarımı onaylamak ya da yargılamak.En nihayetinde Aşk,her dilde aşktır.Sayısız şekilde,sayısız dilde,sayısız şekilde anlatılır.Hatta yok diye kendimizi paralarız.Biliriz aslında sadece karşı cinse duyulan bir şey olmadığını,ama bizi en çok o yaklaştırır AŞK kelimesinin sıcaklığına.Ya da biz öyle doyarız.Doyunca ruh,yeter mi?Bu sefer mide doymak ister,beden doymak ister,maneviyatımız doymak ister.İster de ister işte.Kendini daha net çözebilen canlılar,onu her şekilde,her şekliyle,birçok şeyde yaşar zaten.Ne yani farkında değil miydik bunların?Bana yazdıran duygunun adı AŞK,hemde zamansız...Gidene...gelene...hayale...İlla ki karşılıklı olmak zorunda değil ki.Bazen aşkı güzel yapan ya da melankolik yanımıza o çırpınışları tokat gibi okşayarak yaşatan şey,kahramanının olmaması ya da çoktan gitmiş olması belki de.Çokça yaşadığım için söylüyorum şu cümleyi.'Bu şarkıyı kime yazdın' sorusunun cevabı, hep eski sevgilidir sanılır.Bazen öyledir,bazen şarkı eski sevgiliyedir ama gerçekte şarkıda anlatılan gibi olmayan bir eskiyedir o.Tamamen belleğinde,bedeninde ruhunda yaşattığın şekledir.Bazen gerçekten canına acıtanadır.Acısın varsın,canın acıyası varsa demeyiz.Canım yansın istemiyorum deriz.NE GARİP ÇELİŞKİ,AŞKIN İÇİNDE HEPSİ VAR...O gitmez kendi isteğiyle,sen yaşarken tam aşkı delicesine,yaradan alıverir onu senden 'Her kimi benden daha çok seversen ibadet eder gibi,alırım onu senden 'diyebilecek bir şekille...Bak işte gördün mü,acı çekmek istemiyordun,tadı damağındayken kala kaldın öylece...:(
  Ne güzel özet,böylede kabullenip içinde şunu yaşayabilmek

'Bugünlerde aklıma geldiğinde tebessüm ederek şunu söylüyorum.Sen mis kokulu bir kahve...Bense gölden çıkarılmış,işlenmiş bir tuz.Kahvenin içine tuzu koydukta,tadı kötü oldu diye kime kızalım.Tuz,yemekte güzel...Kahve,şekerle güzel.Bizim karışımdaki hata da Kahve-tuz misali'

Bu da naçizane bir örnek.Okuyup idrak edince,adının AŞK olduğunu inkar etmeyiz,ama durumu kabullenmişiz belkide...

  Mevlana-Şems başka bir aşkı anlatırken,Leyla ile Mecnun başka türlüsünü,Kara sevda deyince başka türlüsünü,.Haçiko deyince başka türlüsü,Elwis Presley'in 37 yıl önce vefat ettiğini düşününce ,hala en çok satan albümler klasmanında zirvede olması,onu sevenlerin,hayranlarının ona duyduğu aşk bambaşka türlüsüne örnektir.Ne bir kaç örnekle sınırlayabiliriz,ne de sadece insanlarla...

     Kelebeğin kısacık ömrüne rağmen yaşamına aşkı sığdırması,çiçeğin böcekle olan münasebeti, her canlının doğasındaki Aşkın habercisi...Üstelik zaman,şekil,dil sınırlaması olmaksızın...Peki ya senin dünyanda Hangisi? ve Ne zaman?

Volkan Koşar
14/01/2014
04:58

  












  








Devamını okuyun...>>